[title]
Bazı sinemacılar ellerini kirli meselelere bulaştırırken, Wes Anderson kendininkileri lüks kaşmir eldivenlerin içine sokuyor. Anderson’ın incecik detaylarla örülü filmleri yaşadığımız dünyayla tam olarak bağını koparmadan kendine ait bir dünya yaratmayı başarıyor. Yönetmenin bir düğün pastasına benzeyen, enerjik, beş yıldızlı yeni komedisi ‘The Grand Budapest Hotel’ pastel renklerle örülü bir dünyada, çılgın ve tuhaf karakterlerle dolu 1930’lu yılların Orta Avrupa’sında geçiyor. Bir dedektiflik masalına benzeyen ve bol bol kahkaha vaat eden ‘The Grand Budapest Hotel’ Anderson’ın ‘Rushmore’dan (1998) beri çektiği en komik film.
‘Moonrise Kingdom’ın (2012) nasıl kocaman bir kalbi varsa, ‘The Grand Budapest Hotel’in de hızlı bir temposu ve manik bir ritmi var. Filmde, komedide görmeye pek alışkın olmadığımız Ralph Fiennes bir haydutla centilmen arasında gidip gelen Mösyö Gustave olarak karşımıza çıkıyor. Gustave’ın ağzından baş döndürücü kibarlıkta sözler dökülüyor fakat adı otelin en sadık müşterilerinden Madame D’nin (ağır makyajla tanınmaz halde olan Tilda Swinton) ölümünün ardından bir cinayet soruşturmasına karışınca çok pis laflar da edebiliyor. Gustave’ın tarafında yer alan sadık çırağı Zero Mustafa (genç oyuncu Tony Revolori tarafından ete kemiğe büründürülüyor) ise Jude Law’un canlandırdığı yazara olaydan yıllar sonra gerçekte olan bitenleri bir akşam yemeğinde anlatıyor.
Filmdeki diğer yıldız oyuncular da oldukça göz kamaştırıcı. Çok kısa rollerde karşımıza çıkan Bill Murray, Owen Wilson ve Jason Schwartzman’ı filmi izlerken gözden kaçırabilirsiniz bile. Delici bakışlarıyla Adrien Brody ve bir rottweiler’a benzeyen Willem Dafoe Avrupa’daki yeni vahşi düzeni temsil ediyorlar. Kendine has dolaylı ve “kaçık” tarzıyla ‘The Grand Budapest Hotel’ Anderson’ın bugüne kadarki en politik filmi olabilir. Film 1930’larda Avrupa’da olan biteni Alfred Hitchcock’un 1930’lu yılların ilişkilerine göz attığı ‘The Lady Vanishes’ına (1938) selam çakarak inceliyor. (İki film de bir oteli ve treni ana mekânları olarak belirlerken hikâyenin merkezine yaşlı bir kadınla ilgili oyunbaz bir gizem yerleştiriyor.)
‘The Life Aquatic with Steve Zissou / Steve Zissou ile Suda Yaşam’daki (2004) gemi ya da ‘The Royal Tenenbaums / Tenenbaum Ailesi’ndeki (2001) ev gibi ‘The Grand Budapest Hotel’ de kendine ait bir mekân duygusuna ve karakterlere sahip. Anderson trenleri, kayak merkezlerini ve parke taşlı sokakları mesken tutarken eski dünya düzeninin yok olduğu günlerin sonunda geçen yaramaz bir komediye imza atıyor. Film aynı zamanda Alexander Desplat’nın klavye ve vurmalı çalgıların ağırlıkla kullanıldığı müziklerinden büyük güç alıyor. Anderson’ın aniden başka bir yöne dönen kamerasından, hızlı zoom’larına, ritmik kurgusuna yönetmenin imzası haline gelen anlatım numaralarının kullanıldığı film hem üslup olarak oldukça tanıdık geliyor hem de yepyeni bir film izliyormuş hissi uyandırıyor. Dave Calhoun
UZUN LAFIN KISASI: Masalsı dünyası ve gizem dolu öyküsüyle Wes Anderson’ın en iyi filmlerinden biri olarak kabul gören yapım Berlin Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü’nü kazanmıştı. Bu ayınen önemli filmi. Kaçırılmamalı!
'The Grand Budapest Hotel' yönetmeni Wes Anderson röportajı