[title]
Dünya sinemasının en önemli auteur’lerinden biri olan ve ‘I, Daniel Blake’ ile ikinci kez Altın Palmiye kazanan Ken Loach, sinemasını acımasız bir sömürü düzeni altında yaşayanların hikâyelerine adamış bir yönetmen. Çektiği filmlerle izleyicilerin vicdanına dokunmaya çalışan Loach’un mirasının kıyas kabul etmez bir öneme sahip olduğunu öncelikle not düşelim.
Eleştirmenleri ikiye bölen ‘I, Daniel Blake’, Newcastle’da yaşayan bir marangozun hikâyesini takip ediyor. Daniel Blake, geçirdiği kalp krizinin ardından çalışamaz raporu almıştır. İşsizlik maaşı almak için devlete başvuru yapan Blake, kimseyi çalışamaz durumda olduğuna ikna edememektedir. Bozuk sistemle mücadele eden iki çocuklu Katie ile karşılaşan Daniel, aileye yoldaşlık edecektir.
İşsizlik maaşı alamadıkları için açlıkla baş etmeye çalışan karakterleri perdeye taşıyan Loach, hayatta kalma mücadelesi veren insanların öyküsünü yalın bir dille anlatıyor. Fakat öykünün son düzlükte ahlakçı bir yere savrulması ve bir anda melodrama dönüşmesi filmin dramatik değerini oldukça zayıflatıyor. Ve hikâye, bir Loach filminden beklemeyeceğimiz kadar umutsuz ve karamsar bir şekilde noktalanıyor. Ne kadar zor koşullarda altında yaşasalar da mücadele etmeyi sürdüren karakterlerin hikâyelerinde her zaman bir umut kırıntısı bulmayı başaran Loach’un, faşizmin dört bir yanı sardığı şu zamanlarda umutsuz bir filme imza atması belki çok da şaşırtıcı değil.