Anna Laudel ile beraber çalışmanızın tohumları nasıl atıldı?
Galerilere, aslında genel olarak sisteme küskün, kendi kendime konuşarak, vitrinlere bakarak Bankalar Caddesi’nden aşağıya yürürken, birden Anna Laudel’i fark ettim. İçeriye girip bilgi aldım. Genel olarak beni çok etkiledi. Hem bina hem detaylar cidden nefisti. Eve dönüp heyecan içinde sevgilime anlattım. Birlikte araştırdık. Profesyonel, kurumsal bir galeri olduğu belli oluyordu. Tanışmak için bir mail attım. Hemen cevap geldi. Bir toplantı yaptık ve birlikte çalışmaya karar verdik. Her gittiğimde, binaya her girdiğimde hayranlığım artıyor. İşlerini severek yapan, profesyonel bir kadro. Sanatçılarını destekliyorlar. Yurt dışı bağlantıları var, piyasayı yakından takip ediyorlar. Mükemmel bir zamanlama olduğunu düşünüyorum. Birlikte çok güzel sergiler yapacağız. İlki bu koronavirüs günlerine denk geldi. Ama her işte bir hayır var diyerek sergiyi yakında açmaya karar verdik. Belki bir müddet sanal ziyaretler mümkün olabilecek. Daha sonra gelişmelere bağlı olarak yeni kararlar alabiliriz. Hep birlikte göreceğiz. Ama eğleneceğiniz bir sergi olacak.
‘Posthumous’ serginizi sizden dinleyebilir miyiz? Bu sergide bir araya gelen eserleri ne zaman ve ne şekilde ortaya çıkardınız?
‘Posthumous’ öldükten sonra gerçekleşen anlamına geliyor. Beni hep düşündürmüştür bu konu. Sanatçıların genelde değerleri öldükten sonra anlaşılır. Bu benim için kabul edilebilir bir şey değil. Sanatçılar, yaşarken değer görmeyi hak ediyorlar. Zamanımızda sanat yapmak o kadar zor ki; kaynak yaratmak, bu zor şartlarda yaşamını sürdürebilmek, bağımsız olmak, yaptığı işten yaşamını sürdürebilecek parayı kazanmak... İnsanın ideallerine uygun yaşayabilmesi lazım. Bu çok önemli kavramlar sürdürülebilirliklerini yavaş yavaş yitiriyor. Buna dikkat çekiyor, sanatçıya paranın ve övgünün yaşarken gerekli olduğunu söylüyorum.
Ve sergi Nietzsche’nin yaşam evrelerinden yola çıkılarak ‘Deve’, ‘Aslan’ ve ‘Çocuk’ olmak üzere üç alt başlık altında, galerinin üç katında görülebilecek şekilde tasarlandı. Eserleri açıklayıp işin sürprizini kaçırmak istemiyoruz. Ama bu anlatıma uygun olarak yerleştirildi.
Ben sürekli üretiyorum. Bir sergi hazırlığı olarak üretmedim hiç. Ürettiklerim belli bir sayıya ulaşınca sergi yapıyorum tam tersine. Kurgusal bir çalışma değil. Hep son anda çıkıyor ortaya, yaptığım resimler gibi. Bence daha samimi oluyor.
Serginin üç aşamalı olarak kurgulanmış olması ziyaretçilerin seyrini nasıl yönlendirecek?
Ziyaretçileri biz yönlendireceğiz. Bazı bölümlere belli sayıda ziyaretçi girebilecek. Bir haritaya bağlı olarak gezecekler. Bir define avı gibi, ama ödül yaşam bilgileri. Zevkli bir tur.
Üretiminize resimle günlük tutmak gözüyle baktığınız doğru mu? Sizce zihniniz bir yazarınkinden nasıl farklılıklar gösteriyor olabilir?
Evet günlük tutuyorum, sürekli not alıyorum. Bütün duygularımı anında kağıda aktarıyorum. Uçaklardaki kara kutu gibi; sadece yazıyla değil ama, resimle de. Resmi yazı gibi kullanıyorum bazen, hatta çokça. Bu birikim işi olduğundan aradaki gelişimi ve sadeleşmeyi izlemek de büyüleyici. Ve renkler! Boyamayı mı daha çok seviyorum çizmeyi mi? Galiba boyamayı. Müthiş bir meditasyon. Sevgilimle kavga ediyoruz bazen. Stüdyom bahçede, gidip resim yapıyorum. Beş dakika sonra bir özür mesajı geliyor. Bazen arayıp soruyorum: Neden özür diledin? Unutmuşum. Müthiş bir şey bu.
Perspektifsiz çizim yapmak size nasıl olanaklar sağlıyor? Ve perspektifin sağladığı hangi getirilerden alıkoyuyor?
Yazarlar ve ressamlar, bence işleyiş aynı. Metodistler ve doğaçlamacılar olarak ayırabiliriz aslında. Benim gibi yazan yazarlar vardır mutlaka. Sonsuz bir özgürlük. Sadece perspektif değil, bilinen birçok kuralın dışındayım. Kendi dünyamı yarattım. Dış etkilere tamamen kapalı olduğumdan içeride ne istersem yapabiliyorum. Bu benim açımdan çok eğlenceli. Ve insanların bu samimiyeti anladıklarını ve takdir ettiklerini görüp mutlu oluyorum. Benim seçtiğim yolda perspektifin sağladığı bir getiri olamaz. Ben saçmalıyorum. Saçmalamayı seviyorum. Benim perspektif anlayışımda cisimler uzaklaştıkça büyüyebilir. Ben nasıl istersem.
Farklı ölçeklerde eserler yaratırken çalışma sürecinizde neler değişiyor? Pratiğinize dair neler fark ediyorsunuz?
Eskiden hep ufak ölçülerde çalışırdım ve sadece çizim yapardım. Zamanla büyümeye başladı çizimler. Büyüdükçe etkisi azalmadı, üç metrelik resimler yaptım. Zamanla farklı malzemeleri keşfettim. Başka bir lisan öğrenmek, başka bir ülkeye gitmek gibi. Sonra üç boyutlu çalışmanın ve kolektif üretimin büyüsüne kaptırdım kendimi. Gençlerle çalışmak çok zevkli. Gençlerden sürekli bir şeyler öğreniyorum. Hem onlar hem de benim için çok faydalı bir çalışma biçimi. Heykelin sağladığı o müthiş anlatım gücü gerçekten büyüleyici.
Sık sık çocuklarla beraber çalışıyorsunuz. En son çocuklardan neler öğrendiniz?
Çocuklarla sürekli öğreniyoruz. Ben de çocuğum. Onlardan farkım daha uzun süre yaşamış olmam. Ama bu denildiği gibi içimdeki çocuk falan değil. Ben çocuğum. İçimde bir büyük var tam tersine. Mümkün oldukça bastırmak istiyorum onu. Fazla göstermemeye çalışıyorum. Çünkü gerçekten çok antipatik. Her şeyi bildiğini sanan gerçek bir baş ağrısı.
Sanatla ilgileneceğinize emin olduğunuzda kaç yaşınızdaydınız? Sanata yönelmeniz nasıl gerçekleşti?
45 yaşındaydım. Başarısız altı iş kurma çabasının ardından kendimce icat ettiğim bir iş yapıyordum. Bir scooter’ım vardı, onunla 7/24 otellere, lokantalara, barlara ve evlere servis yapıyordum. 200 küsur müşterim vardı ve müthiş dolu bir alacak defterim. Sürekli dolaşıp tahsilat yapıyordum. Hayatımda yaptığım en kârlı iş. Asmalımescit’te geceliği 16 TL’ye bir otelde kalıyordum. Sonra bir kadınla tanıştım, beni ikna etti. Senin gibi resim yapabilen bir insanın başka işlerle uğraşması abesle iştigal dedi. İnandım. Denedik ve başardık. Masallarda olur sanırdım böyle şeyler. Meğer gerçek yaşamda da oluyormuş.
Zamanla tekniğiniz ve eserlerinizin estetik dünyası nasıl evriliyor? Değişimi çalışırken fark ediyor musunuz yoksa araya zaman girince mi gözünüzde netleşiyor?
Sürekli elimi ve zihnimi izliyorum. Gelişimimi fark edip büyüleniyorum. Bu muazzam bir şey. Tamamen bıraktım kendimi, içimden ne gelirse çiziyorum. “Ne derler?”, “Ya beğenilmezse…” türü negatif düşünceler yok. Ay ışığında, bir gölün üzerinde uçmak gibi. Suyun üzerine parmağımla resim yapıyorum. Kendime, zihnime güvenmeyi öğrendim.
Kimler sizin üretimlerinize sahip olmak istiyor? Sanat alıcısının davranışları ya da beğenileri çalışma tarzınızı etkiliyor mu?
Bugüne kadar hep yüksek fiyatlara resim sattım. Şimdi farklı çözümler üretmeye çalışıyorum.
Uçurumu ortadan kaldırabilmek için bu sergide birçok şey deneyeceğim.
Türkiye’den ve dünyadan takip ettiğiniz sanatçılar kimler?
Takip ettiğim pek sanatçı yok. Beğendiklerimin hiçbiri hayatta değil. Pardon, Mark Ryden ve Grayson Perry var. Allah uzun ömür versin ikisine de. Burhan Uygur, Pieter Bruegel the Elder ve Bosch var beğendiklerim arasında. Ve sekiz senedir sadece Bach’ın Goldberg varyasyonlarını dinliyorum. Glenn Gould çalıyor. Büyülendim, başka bir şey dinleyemiyorum.
29 Ağustos’a kadar, Anna Laudel, annalaudel.gallery