Gaip... TDK Sözlüğü'ne göre farklı anlamlara sahip olan bu kavram; kayıp, bilinmeyen ve göz önünde olmayan şeyler için kullanıldığı gibi 'görünmez' bir aleme de atıfta bulunuyor. 4 Ekim'de İstanbul Cam Galeri'de açılacak olan sergisine 'Gaipten Sesler' adını koyan Gülfem Kessler, "Sezgilerim bu döneme hazırlık yapıyormuş" diyor. Zira Kessler'in 5 Nisan'da 'açılamayan' sergisi için hazırladığı tüm eserler, hali hazırda pandemi sonrasındaki dertlerimize de tercüman olabiliyor. Başka bir deyişle, bir kaç ayda topyekün değişen dünyamıza da dokunuyor.
Realite, pandemi sonrası gelişmelerle sadece ülkemizde değil dünyamızda da kocaman bir gaibe dönüşürken, hepimiz, gördüklerimizi ve duyduklarımızı anlamlandırmanın bir yolunu arıyoruz. Şimdi karşımızda ‘olmuş’, ‘olmakta olan’ ve dahi çağlar boyunca çözülememiş temel meselelerimizle de dolu, zorlu bir süreç var. Üstelik zaman sanki hızlandırılmış gibi akarken, önümüze de büyük dönüşümler yaratabilecek kaotik sürprizler çıkarıp duruyor. Hayat artık bildiğimiz hayat değil ve gördüklerimiz, yani ‘görünen’, olup bitenleri açıklamakta yetersiz.
Gülfem Kessler bu süreci sanatçı olarak ele aldığı gibi bir birey olarak da yaşadığını vurgularken, hissettiklerini şöyle ifade ediyor: "İnsan tasarımı dahi olabilecek bir canlı türü, hayatta dert ettiğimiz her tür sorunu, sorun olmaktan çıkarttı ve yaşamlarımız geleceksiz bir maceraya dönüştü. Kaldı ki, pandemi öncesinde de durumumuz çok parlak değildi. Gelecek, hepimizin hayatına zorlanmış aksiyonlar olarak yansımıştı ve bir takım vaadlerle doluydu. Yaşamlarımız rekabet, haz, güç güdümlü mutsuz bir koşuşturmaca hali ve ulaşılması imkansız hedeflerden ibaretti... Oysa evvelce dert ettiğimiz şeyler şu an hayli komik. Şimdi insanlık olarak neyi beklediğimizi bilmeden duruyoruz. Şaşkınız, çünkü maddelere hakim olmak uğruna kontrol ve yıkıcı kazançların ardına düşmeye alışmışız. Ancak insanlığın uyanış yaşaması için kaos da şart... Şimdi artık bugüne kadar ki toplam deneyimlerimizden kaynaklanan o köhne hafızadan bağımsız düşünceler üretebiliriz."
Neredeyse hepimiz bir imge bombardımanının altında yaşıyor ve dikkatimizi çekenleri hızla kaydedip, paylaşıyoruz. Ne var ki tam da bu yüzden hiçbir şey kalıcı değil, tümüyle uçucu. Özellikle son aylarda her şeyle bağımızı koparan izolasyon sürecinin de etkisiyle, hapsolduğumuz kişisel fanuslardan ve sanal alemden bakarak dünyayı anlayabilmek çok daha zor. Gülfem Kessler, eserleriyle, belki de gözümüzü 'görünene' değil 'örtülü olana' çevirirsek, sezgisel olarak bir şeyleri algılayabilme şansımız olabileceğini ima ediyor. Ve insanın henüz bitmemiş ve tamamlanmamış dünya deneyimini ele alırken, zamanı da yekpare bir bütün olarak görüyor.
O yüzden eserlerinde yaradılış miti de var, çürümüş monarşi de. Telefonuna yapışıp dijitalleşen insan da var, daracık yuvasına sığmaya çalışan kadın da... Kessler her bir yaratımında her sanatçı gibi önce realiteye bakıyor, onu kavrıyor, onunla kavga ediyor, derken ona boyun eğiyor ve onu yeniden yaratıyor. Mesela "Hergün elma yiyeceksin" adlı çalışmasında, onun Havva'sı sırtında pançosu, olağanüstü hafifliği ve güzelliğiyle, terk etmekte olduğu Adem’e bakıyor. Çünkü öfkesi yüzünden adeta taşlaşan Adem, yırtıcı ve saldırgan ifadesi ve toprağı kavrayan ayak tırnaklarıyla dünyaya yok ederek kök salmaya çalışıyor.
Her sanatçı yaratımlarının izleyicide de bir karşılık bulmasını ister. 2020'nin dünyasına bakarken eserlerinin içine pek çok detay gömen ve bunu yaparken mizaha da göz süzen Gülfem Kessler, 'anlaşılma mevzusunda Mark Rothko'nun bakışına katıldığını vurguluyor: "Eğer bir şeye güvenmem gerekirse, kalıplaşmış düşüncelerden bağımsız, hassas izleyicilerin ruhunu tercih ederim. Bu resimleri kendi meşreplerine uygun olarak kullanacaklarından emin olduğum için, akıbetlerinden kaygı duymam"... Rothko 1900'lerin ortalarında bunları söylemiş olsun; Kessler, şimdi, daha da kısa ifade ediyor sanatseverlerden beklentisini: "Muzdarip olanlar kendi başlıklarını bulacaktır."
Başlıklar demişken... Gülfem Kessler'in Cam Galeri'de 15 Kasım'a kadar sürecek olan sergisi, kağıt üzerine kömür işlerin yanısıra onlarla tezat oluşturan renkli, ümitli ve yeni çalışmaların da eklenmesiyle kaçırılmaması gereken bir ziyafete dönüşmüş: "Senin düşün bana kabus", "Erkek olarak Özçekim", "Çılgın aşık", "Tarifsiz yuva", "Beyaz yakanın asimilasyonu", "Tüm yalanların inkarcısı" ya da "Alo, alo, alo" gibi isimler taşıyan 22 eser, sanki Louise Bourgeois'in da bir cümlesine göz kırpmakta: "Sanat, delirmemenin garantisidir!" (Elbette yaratıcısı kadar izleyicisi için de öyledir.)