Birçok festivalden ödüllerle dönen ilk filmin ‘Çoğunluk’tan altı yıl sonra ikinci uzun metrajını çektin. İki film arasındaki uzun aranın nedeni neydi?
Bendim. Çekmeye niyet ettiğimiz bir senaryo vardı ancak karakterler doğru bir eksene oturmamışlardı, üzerine Gezi olayları yaşandı ve o süreçte yaşananlar yapılacak herhangi bir şeyi anlamsız kılıyordu. O sene çekimi erteledik ve sonrasında kurmaya çalıştığım fikir de son haline ulaştı. Filmin seyirciyle buluşması da bu zamanı buldu.
‘Rüzgarda Salınan Nilüfer’, Türkiye orta sınıfına sert bir bakış atan ‘Çoğunluk’ gibi sınıfsal dinamikler üzerine kurulu bir film. Bu sefer öyküyü üst tabakadan iki aile üzerinden kurmanın nedeni neydi?
Daha yakından tanıdığım bir kesim. Ayrıca anlatmak istediğim, başta kendisi sonrasında çevresiyle suni bir ilişki geliştiren kişilerin daha çok bu kesimin bir özelliğini yansıttığını düşünüyorum.
Bağımsız Türkiye sineması alt sınıf öykülerine odaklanan bir geleneğe sahip. Sence sinemamız Türkiye toplumuna orta ya da üst sınıf üzerinden bakmak konusunda neden çekingen?
Üst sınıfın itici bulunması, onlarla vicdani bir ilişki kurulamaması, bu sınıfa mensup kişilere nefretle karışık duygularla bakılması, üst sınıfa dair kahramanlaştırılacak bir öğe olmaması gibi sebepler sayabilirim. Diğer taraftan bakarsak sanırım alt sınıfa ait hikâyelerde çelişkilerin, dramların daha belirgin olduğu, duyguların daha yoğun yaşandığı yönünde bir algı var. Alt sınıfları anlatmanın, daha vicdani bir noktadan onların filmini çekmenin cazibeli bir yönü de var. Ayrıca Türkiye’de bağımsız sinema epey zor yapıldığı için, yönetmenin veya yazarın (ki çoğunlukla bu ikisi aynı kişi oluyor) politik ve vicdani bakışı doğal olarak filmin içeriğinde belirleyici oluyor. Bu da daha çok ezilenlerin, ayrıştırılanların, azınlıkların, haksızlığa uğrayanların anlatılmasına sebebiyet veriyor ki bunların hepsi bir film yapmak için oldukça haklı gerekçeler. Demek istediğim daha çok film yapılabilse, hem Türkiye’de sinemanın içeriği zenginleşir hem de toplumun daha farklı katmanları ele alınabilir.
Karakterleri yargılamayan mesafeli bir bakış açın var. Filmin dilini oluştururken nelere dikkat ettin?
Sadelik en çok dikkat ettiğim konu. Gerek karakterler arası ilişkide, gerek olayların kurgusunda ve görüntü dünyasında sadeliğin ve sıradanlığın içinde anlam bulmaya çalışıyorum.
“Daha çok film yapılabilse, hem Türkiye'de sinemanın içeriği zenginleşir hem de toplumun daha farklı katmanları ele alınabilir.”
Diyalogların baskın olduğu bir film ‘Rüzgarda Salınan Nilüfer’. Oyuncular için geniş bir oyun alanı kuruyor ve onların iyi performanslar sergilemeleri için uygun bir ortam hazırlıyorsun. Oyuncularla çalışma süreciniz nasıldı?
Senaryoyu okuduklarında birçok şey kafalarında şekillenmiş oluyor zaten. Ondan sonra prova ile taşlar yerine oturuyor.
Türk çekirdek ailesi hakkında neler düşünüyorsun? Bu meseleyi senin açından cazip kılan tam olarak nedir?
Kendimi bu konuda saptamalar yapacak yetkinlikte çok görmüyorum. Çekirdek ailenin Türkiye’nin coğrafyalarına göre değişiklikler gösterdiğini düşünüyorum. Ancak ahlakçılık, fırsatçılık, tutuculuk gibi kavramları ve ‘kol kırılır yen içinde kalır’ anlayışını anlamlandırmaya çalışıyorum.
Türkiye’de bağımsız, ticari olmayan filmler çekebilmek her zaman zordu fakat 12 Eylül gibi dönemlerde bile çok iyi filmler çekildi. Günümüzde bir yönetmenin film çekereken karşılaştığı zorluklar neler, sen bunlarla nasıl başa çıkıyorsun?
En önemli konu tabii ki kaynak yaratmak. Türkiye’de Kültür Bakanlığı ve Avrupa’da belli başlı fonlar dışında bunu sağlamak zor. Gişe hasılatı asla filmin bütçesini karşılamadığı için her zaman fonlardan para almanız gerekiyor. Film yapmak her zaman zordu ve daha da zorlaşıyor, ama yapılmaya devam edecek. Bana göre filmin esası, içeriği, senaryosu ve içinde barındırdığı fikrin özgünlüğüdür. Bunlar olduğu sürece film yolunu bulur.
Son dönemde etkilendiğin, aklından çıkmayan filmler hangileri?
Benedek Fliegauf imzalı ‘Just the Wind’ ve Joachim Trier’nin ‘Louder than Bombs’u.