Merhaba, ben Leo.” Elektronik sigarasını tellendirdiği pencerenin önünden ayrılıp bana doğru yürürken söylediği tek şey bu. Bir yandan gülümsüyor. Kendisine kaba davranıldığı için söyleşileri hışımla yarıda kesen, mahremiyetine düşkünlüğüyle bilinen biri olduğunu düşünürsek gülümsemesi iyiye işaret. Artık 41 yaşında. ‘Romeo + Juliet’ ve ‘Titanic’teki delikanlı değil artık.
Öte yandan DiCaprio ne kadar gülse az. 2016 onun yılı olacak gibi görünüyor. Direkten dönen dört Oscar adaylığından sonra, ‘The Revenant’ ile birlikte nihayet en iyi aktör heykelciğini evine götürmesi kuvvetle muhtemel. Hikâyesi 1823 yılında geçen filmde DiCaprio, gerçekten o yıllarda yaşamış bir karakter olan Hugh Glass’ı canlandırıyor. Glass kuzey sınırında yaşayan ve çıktığı bir av sırasında arkadaşları tarafından Rocky Dağları’nda ölüme terk edilen bir adam. ‘Birdman’ ile geçtiğimiz yılların en iyi filmlerinden birine imza atan Alejandro González Iñárritu’nun yönettiği bu sert intikam hikâyesinde DiCaprio’nun başına gelmeyen kalmıyor. Bir ayının saldırısına uğruyor, Tom Hardy tarafından yaralanıyor (ki kabul edelim, Hardy ayıdan çok daha korkunç), diri diri toprağa gömülüyor, soğuktan korunmak için atının cesedinin içinde uyumak zorunda kalıyor. Doğru hepsi rol icabı, fakat DiCaprio rolünü sanki yaşamış. Kanada ve Arjantin’deki dokuz aylık çekim süreci o kadar zorluymuş ki set ekibi bu süreci cehennem olarak anıyor.
Herkes DiCaprio’nun ne kadar aklı başında biri olduğundan bahsedip durur. Bu konuda o kadar da emin olmamak gerek. 15 yaşından beri dünyanın en ünlü aktörlerinden biri olunca insan ne kadar aklı başında kalabilir ki? Ama DiCaprio hiç de küstah biri değil. Dost canlısı ve kim olduğunun farkında. Bu özelliğini çocukluğuna borçlu olsa gerek. Los Angeles’ta şakayla karışık fuhuş sokağı olarak andığı bir yerde büyümüş. Özel bir okula burslu kabul edilir edilmez kaçıp gitmiş bu muhitten.
DiCaprio ile Aralık ayının başlarında buluşuyoruz. Paris’te konuşmacı olarak katıldığı bir iklim değişikliği konferansından henüz dönmüş. İnsanlar çevre konusundaki duyarlılığı hakkında konuşmaya pek yanaşmadığı için soğuk bir edayla gülümsüyor. Öte yandan ‘The Revenant’ın çekim sürecinde iklim değişikliğinin etkilerini bizzat gözlemleme şansı olmuş. “Bir türlü erimeyen karlar ve o zamana dek hiç görülmemiş hava şartları yüzünden çekimlere aylarca ara vermek zorunda kaldık.” Yüzündeki gülümseme genişliyor: “Gördün mü, lafı her fırsatta iklim değişikliğine getirebilirim.”
‘The Revenant’ta varını yoğunu ortaya koymuşsun. Sahnelerden birinde karakterin o kadar aç ki çiğ ciğer yiyor. Gerçekten çiğ ciğer yedin mi?
Evet, yedim. Elime tutuşturdukları sahte ciğer hiç de inandırıcı değildi. Arthur adlı Amerikan Yerlisi bir oyuncu arkadaşımız vardı, bütün gün ciğer yiyordu, bense elimde bir parça oyun hamuruyla rol kesmeye çalışıyordum. Gerçek olanı denemek zorundaydım. Ama sadece iki lokma alabildim, zaten nasıl bir tepki verdiğimi filmde görebilirsiniz. Tamamen içgüdüsel bir tepki.
‘The Revenant’ izleyiciyi zorlayan bir film. Yapım sürecinin zorluğuna birden ona kadar bir not verecek olsan ne verirdin?
On. Ama işe başladığımızda hepimiz bizi nelerin beklediğini biliyorduk. Bu etkiyi yeşil perde önünde görsel efektlerle yaratamazdık. Hepimiz ‘Fitzcarraldo’ ya da ‘Heart of Darkness’dakine benzer bir deneyimin başında olduğumuzun farkındaydık.
Açık hava sporlarına düşkünlüğün var mı? Sabah beşte kalkıp yürüyüşe çıkan insanlardan mısın?
Saat beşte ayakta oluyorum diyemem ama açık havada olmaya fazlasıyla düşkünüm. İnsan elinin henüz kirletmediği bakir yerlerde olmayı gerçekten çok seviyorum. En yakın medeniyetin binlerce kilometre uzakta olduğu Amazon gibi yerlerde bulunmak nerdeyse ruhani bir deneyim.
Birkaç kez ölümden döndün. 2006’da Güney Afrika’da bir köpekbalığı saldırısından kurtuldun. Ondan önce de açılmayan bir paraşütün azizliğine uğramıştın. Ölümle burun buruna kaldığın anlarda aklından neler geçti?
Çok garip bir durum, çünkü sadece en temel şeyleri düşünüyorsun. Arabanı park etmekten daha dramatik bir durum değil. İçten içe: “Hayda, niye bugün olmak zorundaydı ki bu? Çok gencim, daha yaşayacak bir sürü şey vardı,” diyorsun. İşin o kısmı berbat tabii. Öyle ilahi bir yanı yok, tek düşündüğün hayatta kalabilmek.
Yani hayatın gözlerinin önünden film şeridi gibi geçmedi, öyle mi?
Aslında öyle deneyimlerim de olmadı değil. Hayatında anlamı olan her şey saniyeler içinde gözünün önünden geçiyor. Paraşüt kazasında tam olarak böyle oldu.
Bu deneyimler ölüm korkunu yenmene yardımcı oldu mu?
Hayır, hâlâ ölümden korkuyorum.
Oscar kazanmanın senin için anlamı ne?
Dürüst olmak gerekirse oyunculuk yaparken asla düşünmediğim bir şey bu. Belli bir ödülü kazanmak için yaptığım hiçbir iş yok. Her seferinde elimde avucumda ne varsa kullanmaya ve mükemmele ulaşmaya çalışıyorum.
‘What’s Eating Gilbert Grape’ ile ilk kez Oscar’a aday gösterildiğinde 19 yaşındaydın. O sene ödülü ‘The Fugitive’deki oyunculuğuyla Tommy Lee Jones almıştı. Bir Oscar konuşması hazırlamış mıydın?
Hayır. Kesinlikle hiçbir hazırlık yapmamıştım. Hiç şansım olmadığını düşünüyordum. Ödülü alsaydım konuşmam tam bir fiyasko olurdu.
Los Angeles’ın varoşlarında büyüdün ve çocukken o muhitlerde kendini hep bir yabancı gibi hissettiğini söylüyorsun. Hâlâ böyle hissettiğin oluyor mu?
Sanırım her zaman bulunduğum ortamlarda biraz yabancılık çekeceğim. Marty (Scorsese) de böyle bir insandır. New York’un arka sokaklarından çıkmış dolayısıyla da kendini asla Hollywood’a ait hissedememiş bir adam. Gençken başvurduğum rollerden geri çevrildiğim olurdu sık sık, kendimi dünyanın en yalnız insanı gibi hissederdim. Film camiası denen çevreye asla giremeyeceğimi düşünürdüm ya da bir gün çıkıp gelecekler ve bana “Seni aramıza kabul ediyoruz,” diyecekler sanırdım.
Eski filmlerinden en sevdiklerin hangileri?
‘This Boy’s Life’. 25 sene öncesinin filmi, daha 15 yaşında bir çocuktum. Her şey benim için o kadar yeniydi ki. Sette Robert De Niro’yu izlemek, oynarken kendini rolüne nasıl adadığını görmek hayatımdaki en ilham verici deneyimlerden biriydi.
Oyuncu olmakla film yıldızı olmak arasında bir fark olduğundan söz edilir hep. Otuzlu yaşlarının neredeyse tamamını üzerine yapışan film yıldızı yaftasından kurtulmaya çalışarak geçirdin. Sence bu adil mi?
Aslına bakarsan yapmak istediğim filmlere dair düşüncelerim hiç değişmedi. 15 yaşındayken neye karar verdiysem şimdi de aynısını yapıyorum.
Peki ya ‘Titanic’?
Sanırım ‘Titanic’ sürekli farklı şeyler deneyebildiğim bağımsız filmlerden beni uzaklaştırıp farklı bir yöne savurdu. O zamanlar ‘Titanic’i tutkuyla inandığım filmleri finanse edebilmek için bir fırsat olarak görmüştüm. Yıllar içinde iyi yönetmenleri ya da potansiyeli olan bir fikri fark edebilme yeteneğim giderek gelişti. Umuyorum ki oyunculuğum da aynı ölçüde gelişmiştir. Öte yandan içinde bulunmak istediğim projeler hep aynı kaldı.
Geriye dönüp baktığında ‘Leo-mani’ yılları hakkında ne düşünüyorsun?
Ne hakkında?
‘Titanic’ten 90’lı yılların sonuna kadar olan dönem internette böyle anılıyor.
Gerçekten mi? Çok garip zamanlardı, son derece gerçeküstüydü. Enerjimi toplayıp yeniden odaklanmak için birkaç yıl her şeye ara vermek zorunda kalmıştım.
Artık 41 yaşındasın. Bir sonraki adımın ne olacak?
Biraz mola vermem gerekiyor.
Seçimlerde Obama’yı destekledin. Bir yandan da sıkı bir çevrecisin. Politikaya atılmayı düşünüyor musun?
Bilmem. Geçtiğimiz iki yılı ilkim değişikliğiyle ilgili bir film çekerek geçirdim. İklim değişikliği insanlık tarihindeki gelmiş geçmiş en önemli sorun. Eğer bu konuya gerçek bir katkım olacaksa her türlü makamı seve seve kabul ederim. Fakat bu illaki siyasi bir pozisyon olmak zorunda değil. Zaten değişimin büyük bir kısmı sistemi değiştirmeye çalışan toplulukların ve insanların kolektif hareket etmesini gerektiriyor. Doğru kararları kapitalizmden ve politikacılardan bekleyemezsiniz.
‘The Revenant’ın bize sunduğu dünya resmi oldukça karanlık. İnsanlar birbirlerine korkunç şeyler yapıyorlar, doğa ise bu duruma tamamen kayıtsız. Karamsar biri misin?
Bir çevreciye sormak için ilginç bir soru. Filmin geçtiği zamanlara bir bakın: Doğal kaynaklar sömürülüyor, yerli kabileler katlediliyor, petrol için her yer delik deşik ediliyor... Bunları göz önünde bulundurduğunuzda “Ne kadar da zalimmişiz,” demekten kendinizi alamıyorsunuz. İnsanların bugünün bakış açısıyla o dönemler hakkında ne düşündüğünü gerçekten merak ediyorum. İklim değişikliği ile kendi kuyumuzu kazıyoruz. Paris’teki iklim değişikliği konferansından yeni geldim, buradan bir çözüm çıkaramazsak bizi son derece karanlık bir gelecek bekliyor.
Yani karamsarsın, öyle mi?
Hayır. İnsan ırkı olarak değişebileceğimize dair bir umut besliyorum. Fakat insan doğasının son derece yıkıcı bir yanı da yok değil.