‘Hayaletler’in İstanbul’u uzun bir elektrik kesintisiyle karanlığa gömülmüş bir şehir. Ev ve iş bulmanın giderek zorlaştığı, her gün bir başka binanın yıkıldığı bu şehirde yaşayan İstanbulluları izliyoruz. Kısa filmlerde ve video art alanında edindiği deneyimleri ilk defa uzun metrajlı bir filme aktaran yönetmen Azra Deniz Okyay dört karakteri takip ediyor. Venedik Film Festivali’nin Eleştirmenler Haftası’ndan ödüllü dönen film, Altın Portakal’da En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Kurgu, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödüllerini topladı. MUBI’de izleyebileceğiniz filmi, Okyay’dan dinliyoruz.
‘Hayaletler’de birkaç karakteri takip ediyor ama en çok gençlerin dünyasını ve kendi içlerindeki ilişkileri mercek altına alıyorsunuz. Bu bakış açısını neden tercih ettiniz?
Kendi jenerasyonumdaki olanaksızlıkları yakından incelediğim ve bunlar benim de dünyam olduğu için nokta nokta ele aldım ve bu noktaların birbirine bağlanmasına dikkat ettim. Kendi bakış açımı koydum. Bu şok etmiş olabilir ancak bu insanlar burada ve bu kadınlar sokakta bu şekilde yürüyor. Benim her gün gördüğüm insanlar. Başka şey zaten koyamazdım. Birkaç senedir yok olan bazı kadın karakterleri de tekrar kendimce ortaya çıkardım. Son senelerde nedense hep aynı, eve hapsolmuş ve pek bir işlevi olmayan kadınlar resmediliyor. Bu tercihlerin de politik olduğunu düşünüyorum. Benim tercihim ise kendi jenerasyonumdan oldu, ona yer açtım. Çünkü bunu çok daha ilham verici ve aydınlatıcı buluyorum.
Video art deneyimleriniz filme neler kattı?
Video art kuralsızlıklarla yapılan, çok özgür bir dal. Kendi laboratuvarınızı kurmak zorunda kalıyorsunuz. Bu laboratuvarda ne ürettiysem ve ortaya çıkardıysam, özgürlüğü sinemama yansıdı. Mesela helikopter sesi filmde konuşanların seslerini bastırıyor ve bunu video art’tan geldiğim için özgürce yapabildim. Klasik sinema ekolünde o ses kısılır oysa. Gerçeklik ve kurmaca arasında gidip giderek seyirciyi rahatsız etmeye çalıştım. Bu şekilde hissettiği şeyin sorgulamasını sağlayan bir sorumluluk da verdim. Her şeyin melezleşmekte olduğu bir dönemdeyiz. En yaratıcı yönetmen ve sanatçılar başka dallardaki materyalleri kullanarak form yaratıyor. Yönetmen Steve McQueen gibi. Klasik sinemadan gelmediği için çok yaratıcı.
Etrafınızda gördüğünüz şehirden ne kadar farklı bir İstanbul yaratmaya çalıştınız?
Avrupa’dan gelen yorumlarda “Bilmediğimiz bir İstanbul gördük,” cümlesiyle çok karşılaştık. “Turistik hiçbir öğe yoktu, çok az filmde bunu gördük,” yorumu da geldi mesela Venedik’in seçici kurulundan. Aslında bu, benim bildiğim İstanbul’du ve onu göstermek benim için nefes almak demekti. Her an yan duvarınızın yıkılabileceği, bunu normalleştirmek zorunda olduğunuz ve nefes alacak yer kalmadığı zaman çığlık attığınız bir İstanbul. Benim huzurlu İstanbulum yok artık ne yazık ki. Ne doğası ne de deniziyle... Elimizde kalanları da korumak zorunda olduğumuza inandığım bir dönem bu. Sinemama da bunları yansıttım. Karanlıkta olduğumuzun farkında mıyız? Ya da minik de olsa umut ışıkları şehrin neresinde? Gidip onları görebilir miyiz?
Senaryoyu yazmaya başladığınız dönemle şimdiki İstanbul arasında fark var mı sizce?
Daha kötü olduğunu kesinlikle söyleyebilirim. Tarihi yerlerin hiçbir şekilde korunmadığı ve adeta savaş yıkıntılarına çevrildiğini düşünüyorum. Deniz ve doğa nefes alamıyor. Binalarla sıkıştırıldık. Şehirde dolaşacak yerlerimiz neredeyse kalmadı. Bu sıkıştırma başka bir yerden de patlıyor tabii. Bu, senaryoma da yansıdı. Mesela, genç kadınlar harabenin orada dans ediyor, çünkü dans edecek yerleri yok. Ela kendi sokağından geçmek için turist taklidi yapıyor, hiçbir şeyi normal yapamadığımız bir yersizlik oluştu çünkü. Bunun için de kendi mekanlarımızı yaratmak zorundayız. Bu film benim kendi mekanım oldu. Virginia Woolf’un söylediği gibi kendimize ait bir odamız olmalı. Pandemi bize daha net gösterdi ki, şehirde kendimize ait odalarımız yok, parklarımız yok. Küçük umutlarım var ama yine de. Ve unutmayalım, umut ve cesaret bulaşıcıdır.
Mahallenin çocuklarıyla çalışan Ela karakteri, bir bakıma sizi temsil ediyor gibi. Filmin ele aldığı meseleleri bağlayan bir bakış açısı sunuyor. Peki Raşit, İffet ve Didem gibi karakterlere kendinizden neler kattınız?
Bütün karakterleri domino etkisi yaratmak üzere tasarladım aslında. Onları hem sevdim hem de ayrı ayrı sorguladım. Ne iyi ne kötü olsunlar istedim. Empati kurabilirsek ve Raşit’in bunları neden yaptığını anlayabilirsek, derindeki temel sorunu daha iyi görebileceğimize inandım. Ela bana en yakın karakter ama bütünüyle beni temsil etmiyor kesinlikle. Mücadeleden kaçıp, hayatını hiçbir şey yokmuş gibi sürdüren kendi neslimi de özellikle eleştiriyorum. Bu döngüye biz giriyoruz ve onun içinden kendimizi yalnızca biz çıkarabiliriz diyorum.
Maddi imkansızlıklar veya çekimlerdeki engeller aklınızdaki planı ne kadar değiştirdi?
Mimari bir projeniz olduğunu düşünün. İstediğiniz form ve hikaye belli ama maddi kaynağınız çok kısıtlı. Biz de çok iyi bir ön çalışmayla materyalleri değiştirdik. Çekime girmeden önce süper prodüktörüm Dilek Aydın ile prodüksiyondaki riskli yerleri, bu yerler işlemezse yöneleceğimiz b, c, d şıklarını planladık. Elimizden her an kayabilecek kadar hassas bir dengede yürüttük bütün bu süreci. Çıkan sonuç da tahminimizden daha dinamik oldu.
‘Hayaletler’ MUBI’de.