'L’attesa'nın öyküsünde ve yas tutan Anna karakterinde sana çekici gelen neydi?
Oğlunun öldüğünü kabullenebilmek için Anna’nın seçtiği yol büyüleyiciydi. Bir türlü malum kelimeler dökülemiyordu ağzından. “O öldü,” diyemiyordu. Manipülatif biri olduğundan değil, yapamıyordu işte. ‘Trois couleurs: Bleu’ sonrasında çocuğunu kaybeden bir kadını canlandırmak istemiyordum aslında. Kieślowski ile çekimlerde o kadar eğlenmiştik ki o hatıraları korumak istiyordum. Piero Messina, gözlerindeki zeka pırıltısı ve şevkli konuşması ile beni bu filmde rol almam için ikna etti.
Film boyunca Anna’nın neyi neden yaptığını çok anlamıyoruz. Jeanne’a neden gerçeği söylemiyor?
İnsanın evladını kaybetmesinin nasıl bir acı olduğunu tahmin etmek güç. Kaybı kabullenebilmek için insanın kendine yeni bir dünya yaratmasını anlayabiliyorum. Kötü bir niyeti yok. Gerçeği söylemeyi gönülden istediği sahneleri oynamak için çok hevesliydim. Umarım seyirci bu sahnelerde Anna’nın yaşadığı duyguları hissedebilir.
Hou Hisao-Hsien, Abbas Kiarostami, David Cronenberg gibi deneyimli isimlerle ve ilk filmini çeken Messina ile çalışmak arasında ne gibi farklar var?
Piero benim için en başından beri deneyimli bir yönetmendi. Yönetmenlikte yolun yarısında olmak gibi bir kavram yoktur. Kameranın arkasındaysanız neden orada olduğunuzu unutmamanız gerekir.
Lou de Laâge ile çok duygusal sahneleriniz var.
Hiç prova yapmadık. Lou anı yaşayabilen, her şeyiyle canlandırdığı sahneye odaklanabilen bir oyuncu. Spontane bir şekilde ortaya çıktı sahneler.
Kadınlar arası ilişkileri deşen filmlerde rol almanın senin için özel bir anlamı var mı?
‘L’attesa’da kadın bir anneden ziyade satranç oyuncusu adeta. “Karşımdaki daha ne kadar ileri gidecek, onun sorularından daha ne kadar kaçabilirim?” diye düşünüyor. İki karakter arasında bir suç ortaklığı kadar