Bana işini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim

Kıvanç Sezer, yeni filmi ‘Küçük Şeyler’de kamerasını beyaz yakalıların komik ve trajik dünyasına çeviriyor.

Reklâm

‘Küçük Şeyler’in, önceki filminiz ‘Babamın Kanatları’ ile bağlantısı nedir?

Adına ev üçlemesi dediğim serinin devamı niteliğinde. Ama başka bir hikaye, başka bir sınıf ve başka bir üslupla anlatılıyor. İlk filmde sitenin inşaatı sürerken oradaki örnek daireyi görüp evi alan çiftin hayatına odaklanıyoruz bu kez. 

Bir üçlemenin parçası olsalar da, iki film arasında değindiği konular açısından hayli fark var. ‘Babamın Kanatları’, işçi cinayetlerine eğiliyor; ‘Küçük Şeyler’in karakterleri ise beyaz yakalı dertlerinden mustarip. Bu fark, senaryo yazımı ve çekim sürecini nasıl etkiledi?

İçinde yaşadığımız kentsel sömürü ve kapitalizmin cenderesindeki karakterler olarak aynı gerçekliğin içinde nefes alıp veriyorlar. Hatta birebir aynı mekandalar diyebilirim. Bu filmi yazarken yeni orta sınıfı anlamak, onun kendine dert ettiği şeylerin ötesine geçerek bir kavrayış geliştirmek zorlayıcıydı. Diğer yandan da ilk filme nazaran daha iyi bildiğim sularda olduğum için kolaydı. Bu konfor alanından çıkmayan, kendini fazla önemseyen, biraz da gösteriş seven insanları yazarken mizah ister istemez ön plana çıktı. Çekim süreci de elbette kolay olmadı. Oyuncularla komik olmadan kurulan bir mizahı ve içinde hüznü barındıran çıkışsızlığı, yer yer sertleşen ilişkinin köşeli yanlarını beraberce kavramaya çalıştık. Benim açımdan zorluklarla dolu, eğlenceli ve inanarak çalıştığım bir süreç oldu. 

Sizi, ‘Küçük Şeyler’deki çiftin hikayesini yazmaya iten şey neydi? Beyaz yakalıların dünyasıyla nasıl bağ kurabildiniz?

O çift biraz ben, biraz sen, biraz benim arkadaşım, biraz senin arkadaşın. Kutulara hapsettiğimiz, cetvelle çizip en mükemmel haline getirmeye çalıştığımız hayatlarımızın bir anlamda temsili. Ev, araba, çocuk, aile sahibi olmak ama tüm bunlara sahip olurken de mutluluğu bir türlü yakalayamamak filmdeki temel açmaz bence. Beyaz yakalı dediğimiz insan kim? Doktor, mühendis, pazarlamacı, avukat, plaza çalışanı… İstanbul’un uzak semtinde kira öder gibi ev sahibi olmak adına kendini güvenlikli lüks siteye hapsetmiş insan. Steril bir cennetin içinde, güzel hayaller peşinde… Çok iyi bildiğimiz bir yaşamı var aslında. Bu bizim yaşamımız. O yüzden içeriden yapılan bir eleştiri, bir istihza olarak görüyorum bu filmi. Kıkırdatan, hüzünlendiren, düşündüren bir film olsun istedim. Hayatlarımızdaki temel unsurlardan biri olan, adına yuva dediğimiz huzurlu mekanın üzerine düşünmek istedim. Çünkü 20 yıllık kredi çekerek onu her an kaybetme tehlikesiyle ona sahip olma hazzı arasında gidip gelen bu orta sınıfın yaşadığı yabancılaşmanın pek huzur bırakmadığını düşünüyorum. 

Üçlemenin son halkası için planınız nedir? Tür veya konu olarak, sapmak istediğiniz farklı bir yol var mı?

Halka müteahhitin hikayesiyle tamamlanacak. İki filmde de ismi geçiyor. Şefik Babaoğlu’nun hikayesi olacak. Kendime herhangi bir sınırlama ya da hedef koymadım. Hikayenin ve senaryonun belirlediği ve ilk iki filmdeki kentsel meselenin devamı niteliğinde güncel bir anlatı kurmak niyetindeyim. 

‘Küçük Şeyler’, sonlarına kıyasla komik başlıyor; seyircinin küçümseyebileceği beyaz yakalı klişeleri zamanla trajediye dönüşüyor. Zaman zaman bizi güldüren orta sınıf halleri, sizi ne zaman üzüyor?

Onur ve Bahar’ın hikayesi yakından bakınca trajik, uzaktan bakınca komik. Önce uzaktan bakarak başlıyor sonra yavaşça onlara yaklaşıyoruz. Yaklaştıkça onların ilişkisini güzel kılan bazı şeylerin kaybolduğunu ve bir tür değer krizi yaşadıklarını görüyor ve trajik olana çarpıyoruz. Elinizdeki güzel bir şeyi kaybetmek, maddi olanın insanın duygu dünyasını belirlemeye bu kadar yakın oluşu, bu kaybedilen duyguların geri dönülemez noktaya bizleri getirmesi beni çok üzüyor. İlişkinin haricinde bakacak olursak da insanın onurlu bir yaşam sürmesini engelleyen mesleki koşullar, o her tür razı oluş, kanıksama ve kendini bir birey olarak doğru bir zeminde yaratamama halleri oldukça üzücü. Yani demem o ki kapitalizm üzüyor bizi. 

Bahar’la Onur’un eleştirilesi yönlerini bulmak kolay. Peki, yarattığınız bu karakterlerin hangi yönlerini seviyor, takdir ediyorsunuz?

Ben bu iki karakteri de, filmdeki diğer karakterlerimi de seviyorum. Onların haklı ve sevilesi yönleri üzerinde düşünüyorum çünkü. Yazarken de yönetirken bu hep aklımda tutmaya çalıştığım bir veçhe. Örneğin Bahar’ın rasyonalitesini, ayakları üzerinde durma çabasını seviyorum. Yaptığı işle kurduğu doğrudan bağı seviyorum. Başak Özcan da bu karaktere çok gerçekçi bir yorum kattı. Kocasıyla yer yer alay etmesini yer yer diklenmesini seviyorum. Onur’a gelince bir tür ergenlikten çıkamama hali de olsa o çocuksu tarafını seviyorum. Alican Yücesoy’un tüm sevimliliğiyle yorumladığı, “şimdilik her şey yolunda” diyerek yüksek binadan düşerken kendini kandıran adam hali bana çok yakın geliyor. Ayrıca iyi dans eden ve evlilik yıl dönümü için konuşma hazırlayan bir adam. Neden sevmeyeyim? 

Filmin başlarında, Bahar’ın Onur’a sorduğu “Kim mutlu ki işinden?” sorusuna sizin yanıtınız nedir?

Bir uğraş, iş olmaya başladığı andan itibaren sizi içten içe yemeye başlar. Çünkü iş demek, hiyerarşi, kaygı, düzene adapte olmak, yabancılaşmak demektir.  Hele Türkiye’de… Lafargue’ın ‘Tembellik Hakkı’ bu konuda çok değerli bir eserdir. Yanlış işleyen sistemlerde eğitime, adalete, sağlığa eşit erişim hakkının olmadığı; yaşamın yaşanacak değil de kurtarılması gereken bir süreç olduğu düşünülen bir yerde insanlar mutlu olacakları meslekleri seçmiyor. Sistem dediğimiz şey de bunu iyice pekiştiriyor. Elbette mutluluk dediğimiz şeyi de tartışmaya açmakta fayda var. Bu bir amaç mıdır, amaç olmalı mıdır? Bana sorarsanız bir yoldur. Bu yolu kendi isteğiyle, kişisel bir tatmin yaşayarak yürüyen insanlar işleriyle içten bir ilişki kurabilen insanlardır. Ne yazık ki günümüz Türkiye’sinde azınlıktalar.

Üniversitede biyomühendislik eğitimi aldıktan sonra sinemayı seçmişsiniz. Tercihinizi sorguladığınız anlar oldu mu ya da oluyor mu? Eskisine göre daha mutlu olduğunuzu düşünüyor musunuz?

Karıncaya sormuşlar, “Nereye gidiyorsun?” “Hacca gidiyorum,” demiş. “Ama sen varamazsın çok uzak,” demişler. “Olsun yolunda ölürüm,” demiş. Sinema benim için bir yol ve hayatımın sonuna kadar bu yolda yürümeyi istiyorum. Hayata dair kavrayışımı genişleten, empati kurmama yardımcı olan, beni heyecanlandıran, hayatıma anlam katan, içimdeki bazı duyguları aktarmama olanak sağlayan müthiş bir alan. Mutluluk konusu dediğim gibi biraz karmaşık ama şu anda olduğum kişiden ve yaptığım işten razıyım diyebilirim. 

Yapımcılarınızdan birinin Tolga Karaçelik olması, ‘Küçük Şeyler’in perde arkasında yönetmenler arası bir dayanışma örneğinin olduğunu gösteriyor. Dostunuz olan bir yönetmenin yapımcınız olması nasıl bir deneyimdi?

Tolga son filmi ‘Kelebekler’de benzer süreçlerden geçen bir arkadaşım olarak bu projenin gerçekleşmesine önemli katkıda bulundu. Hasbelkader kahve içerken yapımcım olmadığını gördü ve “Yapımcın olayım mı?” dedi. Ben de “Olur,” dedim. Sonra Kanat Doğramacı aramıza katıldı diğer bir yapımcı olarak. Işık Sanat ve Bando da işin kamera, ışık ve post kısmını üstlenerek ortağımız olunca ekip tamamlandı. Bu ekiple hâlâ festivallerde filmi beraber yapmanın keyfini sürüyoruz. İyi insanlarla iş yapmak ve onları hayalinize ortak etmek çok mutluluk verici.

‘Küçük Şeyler’ vizyonda.

 

Tavsiye edilen
    İlginizi çekebilecek diğer içerikler
      Reklâm